Çanakkale’ye girişimiz akşam saatlerinde oldu. Otelin gayet civcivli bir sokakta tam olarak söylersem barlar sokağında yer aldığını görünce şöyle bir sarsıldım ama ne çare. Odalar fena değildi, çocukların gürültü patırtısı bitmediği için 2 oda ayırtmıştım. Yatağa kendimi zor attım, az da olsa uyumuşum. Uyandım ki sol gözümde bir görme tuhaflığı var; yamuk yumuk görüyorum. Bir şey demedim kimseye ama moralim acayip bozuldu. Yiyecek bir şey bulalım diye çıktık; videolarda Sardalye diye bir mekan vardı, GPS’le bulduk ama ayak üstü atıştırma yeri, ekmek arası balık alıp gidiyorsun. Oturma alanları varmış, çıkıp baktık, küçücük, vıngır vıngır. Eski usül, sokaklarda dolanıp gözümüze hoş görünen bir yere girelim dedik. Epey bakındık ama o taraftaki yerler hep fast-food tarzıydı. Sonunda biraz da yorgunluktan I love Fish isminde burger-king şubesi gibi görünen, aşırı aydınlatılmış bir kafeye oturduk. Siparişleri verirken Emre suşi ve tuhaf isimli yosuna sarılmış pilav gibi bir şey denemek istediğini söyledi. Yemeyeceğinden adımız kadar emin olduğumuz için kabul etmedik. Biz yemeklerle meşgulken -beğenmedik bu arada, yağlıydı çok- genç, obez bir beyefendi yan masamıza oturdu. Yanında küçük bir kız çocuğuyla. Onların yediği suşiye baktığımızı görünce çok sevecen bir tavırla Emre2ye suşi ikram etti. Bu şekilde bir sohbet başlattık. Nereye gidelim, ne yapalım diye sorduk. İyi ki de sormuşuz, ertesi gün onun önerisi ile ilk olarak Çanakkale Destanı Tanıtım Merkezi’ne gittik. Doğan Pastanesini’de ondan duyduk ve yemek sonrası epeyce orada takıldık.
Gene zorlu bir gecenin ardından (Karşıdaki Miyav büfe sabah beşe kadar bağrış çağrışa devam etti) Limani Otel’in gayet hoş restoranındaki kahvaltının ardından feribotla Gelibolu yarımadasına geçtik. Çocuklar martılara simit attı, onlar mutlu biz mutlu yarımadaya ayak bastık. Bloglardan birinde okuduğum Çanakkale’yi rehbersiz gezmeyin uyarısı hep aklımdaydı. Google sağolsun, önüme bir site çıktı, telefonu açan bey numaramı rehbere vereceğini, onun beni arayacağını söyledi ama bunları feribot kuyruğunda yapıyorum , o kadar son dakikacıyız.
Biz GPS’İ Tanıtım Müzesi’ne ayarlayıp yola koyulmuşken rehber Birten Hanım bizi aradı. Tam ters istikamete gidiyormuşuz ama neredeyse varmıştık ; o yüzden müzeden çıkınca onu almamız için konum gönderdi.
Müzedeki simülasyon gösterisi 1-2 saat aralıklarla yapılıyormuş. Biz 12 gibi vardık, gösteri 13.00’de başlayacakmış. Biraz müzeyi gezip atıştırmak için kafeye oturduk. Çay-tost faslı sonrası kalabalık bir grupla salona alındık. (Bilet 50 lira, çocuklar ücretsiz). Tam 11 ayrı salona girdik sırayla. İlk salonda 1. Dünya Savaşı’na neden girdiğimiz kocaman bir sinema perdesindeki görsellerle desteklenerek anlatıldı. Sonra Nusret Mayın Gemisi, siper savaşları, teyyareciler, İngilizlerin gemileri, Seyit Onbaşı gibi başlıklarla ayrı ayrı salonlarda etkileyici bir sunum dizisi izledik. Nusret’in olduğu salonda gemi güvertesi gibi düzenlenmişti, teyyareciler bölümünde tavana bakarak oturduk. Seslendiren Cihan Ünal’dı ve harikaydı.
(Dipnot: Son salonda Atatürk’ten sonra cumhurbaşkanının resmi gösterildi, 15 temmuz vs araya katıldı. Akşamki yemekte Emre ”Valla RTE ne alaka anlamadım” dedikten sonra bana ve babasına bakıp ”Fight başlasın” deyince çocuğumuzun muzipliğine hayran olmaktan kendimizi alamadık 🙂
Vaktiniz azsa sadece bu müze bile yeterli olabilir. Görsellerle desteklenen çok temiz ve ayrıntılı bir özet çıkarılmıştı. Çok beğendik.
Koskoca bir yarımada var gezilecek, neredeyse her noktası şehitlik, mezarlık; açık hava müzesi olmuş artık o bölge. Kendi imkanlarınızla gezmek hem zor hem de abide dışında o kadar çok yer var ki hangisini seçeceksiniz? Bu açıdan rehber tercihimiz için kendimle çok gurur duydum. Gene gene maşallah bana 🙂
Anlatacak o kadar çok şey, ibret /ders alınacak, gurur ve acı duyulacak o kadar anektod var ki yaz yaz bitmez ama ben aklımda kalanları not düşeyim:
-Liman Von Sanders’in çıkarma yapılacak koyu yanlış tahmin etmesi, Atatürk’ün onunla pek geçinememesi, savaş bittikten sonra Sanders Paşa’nın ” SAADET TÜRKLERLE AYNI CEPHEDE SAVAŞMAKTIR.” demesi.
–Şerefsiz İngiliz’lerin daha rahat tırmanılacak koylara kendi askerlerini getirip, bütün dünyadan topladığı sömürge askerlerini ki bunların bazıları siperlerden gelen Allah seslerini duyunca dindaşlarıyla savaştıklarını anlıyor ve ANZAK’ları en dik yamaçlara sürmesi. Winston Churchill’in ”Küçük bir Türk subayının neler yapabileceğini öngöremedik.” itirafı, general Hamilton’un ”İnsanın ruhuyla yapılan savaşı kazanamıyorsunuz.” sözleri.
-Meçhul askerin hikayesi.. Ah ah.
” Bir Anzak askerinin kendi bulunduğu bölgede şehit olan Mehmetçik’in başını kesip Avustralya’ya götürdüğünü anlatan Çınar, şunları kaydetti: “Kafatasını mumya yapıp yıllarca saklamış. Arkadaşlarına da ‘Ben bir Türk’ü öldürdüm’ diye göstermiş. Yıllar sonra yaşlandığında bu durumdan nedamet duymuş. Bu Anzak askerinin çocukları 2003’te kafatasını alıp Türkiye’nin Melbourne Başkonsolosluğu’na götürüp yetkililere teslim etmiş. Kafatası, aynı yılın 18 Mart’ında Türkiye’ye getirilerek resmi törenle bu mezara defnedildi.”
– Anzak koyu ve çıkarma yapılan yamacın dikliği. Taa Avustralya’dan gelip canını veren gencecik binlerce adam.
-Çocuk askerler, bu toprakların hep savaşmak hep mücadele etmek hep yetinmek hep elindekinden olmamak için çırpınmak zorunda bırakılmış gariban halkı…
-Bit kaynaklı tifüsten ölen çocuklarımız. Almanlardan alınan otoklavlar. İngiliz uçaklarından atılan paslı çivilere basıp tetanoz olan, morfinsiz bacağı kesilen 18 yaşındaki askerlerimiz.
– Seyit onbaşının kendine bağlanan maaşı reddetmesi, tekrar denediğinde o top mermilerini yerinden bile kımıldatamaması.
Daha neler neler.. Siperlerde geçen 14 ay. Pislik içinde. İki düşman siper arasında 7-8 metre var ve ateşkes zamanlarında birbirlerine konserve fırlatıyorlar. Takas yapıyorlar eldeki malzemeleri.
Ben çok etkilendim. Çok üzüldüm. O kadar canın siyasi hesaplar yüzünden yitip gitmesine kahroldum. Savaş ağustosta bitiyor ama yabancı askerler nakledilemediği için kasım ayında donarak ölüyorlar mesela. Kahredici gerçeklerle bu kadar kanlı-canlı yüz yüze gelmek çok zor.
Benim gezi notlarım böyle.
Dönüş kısmı sonraki yazıda.
TÜM YORUMLAR
Yıllar önce lisede yarımadayı gezmiştik. O zaman da rehberimiz vardı ve çok etkliyici idi gezimiz. Şimdi okurken gene o anlara döndüm içim sızladı…
Benim ilk görüşüm, çok kederli ve çok etkileyiciydi.