”İnsanlar delidir!” dedim. ”Neyi, niçin yaptıklarını kendileri bile bilmezler. Beyinlerinde bir diktatör vardır, onları hormonları yönetir ama bunun farkında olmazlar.” Kitapta alıntılamaya değer bulduğum ender cümlelerden biri oldu ve evet, yazara sonuna kadar katılıyorum. Hormonlarımız bizim sahibimiz. Livaneli kocaman laflar etmiş ”Aşk uçurum kenarında gözü kapalı yürümektir” filan demiş de kahramanımız Mehmet’in tüm hayatını trajediye çeviren ”AŞK” testosteronunun zirve yapmasından başka bir şey değil. Ayrıca kavuşamadığı için aşk olmuş adı, yoksa o melek yüzlü Olga ile evleneydi ne aşk kalırdı ne meşk.
Evet, konuya bodoslamadan girdim. Kitabın özeti şu:
Ahmet ve Mehmet adında ikiz çocuklar var. 10 yaşında iken aile bir trafik kazası geçiriyor ve sadece Mehmet sağ kalıyor. Okuyup mühendis oluyor ve Rusya’da çalışırken olağanüstü güzellikte, adeta kilise ikonalarındaki gibi ışık saçan bir kıza aşık oluyor. Tek kelime Rusça bilmediği için şirketin tercümanı olan Ludmilla vasıtasıyla aşık olduğu Olga ile iletişim kuruyor. Mehmet kara sevdaya tutuluyor, delice Olga’yı düşünüyor, onu alıp İstanbul’a götürecek. Sürekli beraberler ve tercüman da yanlarında. İlla bir olumsuzluk olması gerektiği için tercüman da Olga’nın saflığına, melekliğine aşık olmaz mı? Onsuz bir hayat düşünemez hale gelmez mi? Mehmet, Olga’yı İstanbul’a götürmekten bahsedince de çıldırıp hain planlar kurmaz mı? Bu planlar sonucunda Çeçen lider Muhammed Arslanov zannederek adamcağızı hapse atıyorlar ve hücrede unutuyorlar. Tam bir buçuk yıl sonra hasbelkader bir Amerikalı gazeteci geliyor yanına mahkum olarak. Bir insanla karşılaşan Mehmet’in hissiyatını çok güzel anlatmış yazar, okurken bile perişan oldum. İlk cümlesi ”Ben insanım” oluyor. Onu ürkütmemek, bıktırmamak için , bir deli olduğunu düşünmemesi için uğraşıyor. Amerikalı çok yorgun olduğunu söyleyip uyuyunca yanında oturup sabaha kadar onu izliyor. Erkenden uyandırıp hikayesini anlatıyor. (O çaresizlik duygusunu iliklerime kadar hissettim. Çok, çok trajik bir durumdu.)
Gazetecinin yardımı ile Mehmet hapisten çıkıyor. Tercüman kızın kendisini ihbar ettiğini öğreniyor, kızı buluyor. Deli gibi Olga’yı soruyor. Hala çılgınca aşık Olga’ya. Tercüman hayır diyor, söylemem, ona ben de aşığım. O sinirle Mehmet tercümanın boğazını sıkmaya başlıyor. Öldürmeye ramak kala içeriden Olga çıkıp geliyor. Mehmet’i tanımıyor bile. Tercümanın yanına çöküyor , gözlerinin içine bakıyor ve Mehmet anlıyor ki artık Olga diye biri yok. Zaten kızın annesinden geçen bir tür akıl hastalığı da varmış ve çok yakında bir bakım evine yatırılması gerekecekmiş.
Sonra ne mi oluyor? Mehmet ruh sağlığını kaybediyor. Ne var ne yok satıp Çatalca’nın bir köyüne yerleşiyor. İki katlı bir ev alıp, tüm duvarlarını kitaplarla dolduruyor. Kimseyle konuşmuyor, dokunmuyor. Vahşi bir çoban köpeğinden başka arkadaşı yok.
Derken köyde bir cinayet işleniyor, genç bir gazeteci kız bir şeyler öğrenmek umuduyla Mehmet’in kapısını çalıyor ve şımarık, kaprisli fakat dudakları pek güzel bu kız sayesinde (Neredeyse her sayfada kızın alt dudağını büküşünden bahsediyor Livaneli. Bu adam alt dudak fetişisti olabilir mi diye ciddi ciddi düşündüm ve geri zekalı Christian Grey‘i hatırladım) Mehmet’in içinde bir şeyler yavaş yavaş değişiyor ve kıza hikayeyi parça parça anlatarak Şehrazad’lığa soyunuyor.
Livaneli, güzel bir buluşla hikayeyi Ahmet’in ağzından anlatıyor. Son on sayfaya kadar Ahmet’in on yaşında öldüğünü, Mehmet’in onu hala yaşıyormuş sandığını bilmiyoruz. Bu durumu da zaten on yaşında tüm ailesini kaybeden çocuğun , Rusya’da yaşadıklarından sonra kötüleşen ruh sağlığıyla açıklıyor. Böylece okuyucuyu ters köşeye yatırıyor.
Arada sırada böyle -kimse darılmasın- vasat eserler okumayı seviyorum fakat Kardeşimin Hikayesi’ni okumasaydım ne olurdu? Ne kaybederdim.? Üzgünüm ama hiçbir şey..Mehmet gibi eğitimli, aklı başında, otuz yaşına yaklaşmış olan bir adam bütün hayatını sihirli bir güzellik uğruna neden heba ediyor? Aşk sandığı şeyin 15-25 arasında çılgınca tepinen üreme hormonlarının yarattığı bir illüzyon olduğunu bilmeyecek biri mi?
Birçok seveni olduğunu bildiğim Zülfü Livaneli’nin bu kitabı için notum 10 üzerinden 4. Üzgünüm..
TÜM YORUMLAR
Ben okuduğum en kötü Livaneli kitabı diyorum buna, zaman kaybı…