Okuduğum ikinci Christopher Grange kitabı. İlki tamamen tesadüf eseri elime geçen Kurtlar İmparatorluğu idi. Ülkücülerin başrolde olduğu kitabın içinde Nemrut dağı odak noktasıydı. Merakla, heyecanla okumuştum. Çok acayip bir kurgu vardı, yazara hayran olmuştum.
Siyah Kan polisiye sevenlerin hoşlanacağı bir kitap. Ama rahatlıkla söyleyebilirim, gerilim ve dehşet duygusu polisiyenin çok üstünde. Zaten kitaptaki polisler gayet gevşek, beceriksiz resmedilmişler. Adli makamlar ve emniyetin kapattığı bir dosyanın peşine düşen roman kahramanımız Marc Dupeyrat. Başarılı bir piyanist olabilecekken , lisede, çok sevdiği arkadaşının ölümü ile piyanodan vazgeçen Marc gazeteci oluyor. İyi bir kariyer yapıyor, taparcasına sevdiği kız arkadaşı Sophie’nin Catania’da vahşice öldürülmesinden sonra ise balataları sıyırıyor. Gazeteciliğin dip noktası olan paparazziliğe başlıyor. Hiç bir etik kural, hak-hukuk gözetmeden ünlüleri kovalayarak ve o piyasada bayağı bir ün yaparak yıllarını geçiriyor. Ta ki günün birinde yolu Jacques Reverdi ile kesişene dek.
Reverdi bir zamanların ünlü dalış şampiyonu, tanınmış bir adamken, seri cinayetler işlemekten suçlu bulunarak Malezya’da idama mahkum edilmiş. (1988 yapımı kült film Le Grand Bleu ‘ya epey göndermeler var. Geçen hafta Bodrum’da gösterilmişti, deniz filmleri kapsamında, keşke gitseymişim) . İşlediği cinayetlerdeki ortak nokta maktullerin genç kadınlar olması. Tutuklanmasına neden olan son cinayette Reverdi ve kız bir odanın içinde bulunuyor. Reverdinin her yeri kana bulanmış ,elinde bir dalgıç bıçağı tutuyor ama polisteki sorgusunda ısrarla cinayeti kendisinin işlemediğini söylüyor.
Marc kendi geçmişindeki ölümlerin de yarattığı bir merak ile Reverdi olayının içine dalıyor. Katil ile ilgili çok az bilgi ve haber var. Annesini 14 yaşında kaybeden bir yetim olduğu biliniyor. Katille görüşmüş kişilerden biri (hatırlayamıyorum kimdi) , onunla iletişim kurmak istiyorsa kadın bir arkadaşını röpörtaja göndermesi gerektiğini söyleyince Marc’ın kafasında bir ampul yanıyor. Kendine bir bayan kimliği oluşturmak için önce bir pasaport sonra da fotoğrafçı arkadaşının stüdyosundan Hatica (Hatice yani) isimli, meşhur olmaya çalışan bir manken adayının resmini çalıyor. Postanede geçiçi bir posta kutusunu adres olarak verip Reverdi’ye mektup yazmaya başlıyor.
Bundan sonrası iki aşığın mektuplaşması gibi gelişiyor. Hapishanede her ne kadar kendi koşullarını oluştursa ve diğer mahkumlardan çok farklı olan bir hayat sürse de Reverdi son derece güzel ve akıllı görünen Hatica’nın mektuplarına kayıtsız kalamıyor. Bir kaç mektuptan sonra ona ip uçları vereceği bir yolculuk sonrasında, bütün sırlarını kendisi ile paylaşacağını yazıyor kıza. Marc olağanüstü bir heyecanla yolculuğa hazırlanıyor. Elektronik posta ile gelen ilk maille Kuala Lumpur’da yolculuk başlıyor. Bangkok, Malezya, Kamboçya, Puket adası gibi duraklardan ve her durakta katille temas kurmuş kişilerle konuştuktan (son cinayet sonrası konuştuğu psikyatr, otopsi yapan adli tabip, katilin avukatının babası gibi) Marc korkunç bilgilere ulaşıyor.Bu bilgiler tamamlanınca yarattığı sahte kadının bütün izlerini yok ederek bestseller olacağı kesin olan kitabını yazmaya başlıyor.
Kitap gerçekten de acayip tutuluyor ve çok satanlar listesine giriyor. Marc hiç mutlu değil, korku içinde çünkü katille görüşen psikiyatrlardan birinin söylediği ”Ne yaparsanız yapın , Reverdi’ye asla ihanet etmeyin” cümlesini hiç unutamıyor. Aslında kitaptan vazgeçiyor korkudan ama yayıncı Reverdi’nin bir kaç hafta içinde idam edileceğini söyleyerek onu ikna ediyor.
Korktuğu oluyor, katil tatbikat için olay yerine götürülürken firar ediyor. Ne yazık ki bu arada Hatica dünya çapında tanınmış bir model oluyor ve resimleri Fransa’daki bütün billboardları süslüyor. Hiç bir şeyden haberi olmayan zavallı kadın artık katil için açık bir hedef.
Bundan sonrasını elim kalbimde okudum, sonunu yazmayayım , belki okumak isteyen olur.
Kitapta en etkilendiğim şey Grange’ın yarattığı Reverdi ve Hatica ‘nın korkunç sorunlu çocukluklarını inanılmaz bir gerçeklikle tasvir etmiş olması. Okurken sanki çocukların yanındaymış gibi içim acıdı. Zavallı çocuklar..Nelere maruz kalıyorlar.
Zorlandığım iki konu oldu, Bir sürü yabancı şehir ismi, Paris’deki caddeler, bulvarlar, diğer ülkelerdekiler hakeza. Aklımda hiç tutamadığımdan bazı kısımları biraz hızlı geçtim.
Ölüm sahneleri çok dehşet verici idi. Hannibal dizisi ile yaraşır cinsten diyim, siz anlayın. Hem ödüm koptu hem de okumayı bırakamayacak kadar merak ettim. En kötüsü de hiç bir suçu olmayan masum insanların , tesadüfen orada oldukları için kurban edilmeleri.
Gerilim seviyorsanız kaçırmayın, okuyun özetle ama gece evde tek başınıza olmamaya dikkat edin:)