İmge’deki keşif turlarımdan birinde bulup, oracıkta otuz kırk sayfasını okudum bu kitabın.
Arzu hanımı tanımıyorum ama dili ve bakış açısı tam bana göre. Sanırım yaşam öykülerimizde benzerlikler var, bazı satırlarda birebir kendimi buldum ve ”Bu kitabı ben yazmalıydım!” dedim. Öyle bir his.
Öykü kitabı değil, deneme de değil. Otuzları geçmiş pek çok kadının kendisine denk gelmese bile eşten dosttan duyduğu, sağda solda gördüğü farklı erkek tipleri birer cümlelik başlıklar üzerinden çok tatlı bir dille anlatmış.
” Biz Geldik Diye mi Güzel Kızlar Gidiyor?” başlıklı yazı mesela. Sıklıkla gittiğim bir kafenin sahibini anlatıyor sanki. Orta yaşlarda erkekler vardır, genç kadınlarla ama çok genç değil, otuzların sonunda, evlilik-çocuklar-ev üçgeninde bunalmış kadınlarla pek ilgilidirler. Bu adam da onlardan. ”Senin kendini bulman, özgür olman lazım” filan diyor bana. Eşimle gidip oturmamıza rağmen ”Eşinle mutsuzsun” gibi ifadeler kullanıyor. Arzu Akgün ne güzel anlatmış:
”Şenol Bey’in en sevdiği şey tahlil yapmaktır. ‘Kız yoksa o hayırsız kocan seninle ilgilenmiyor mu da kendini böyle bıraktın ‘ der mesela. Kocanı , sevgilini tanımasına gerek yoktur. Şenol Bey bilir. Zaten çevresindeki hiçbir kadının sevgilisinden ya da hoşlandığı erkekten haz etmez. Tercihi elbette bütün kadınların ”Belki bir gün Şenol beni sever diye manastıra kapanmasıdır. ” (s.28)
”Şenol Bey, konferanslarda ‘Bir sorunuz var mı?’ diye sorulduğunda , kalkıp yarım saat kendi düşüncelerini anlatan adamdır”
” Aşkım Uyan Ortadoğu’yu Kurtaralım” başlıklı yazıdaki şu paragrafa bakar mısınız?
” Ciddi, sevgi dolu bir ilişkinin olduğu ev ne kokar? Yemek, kahve, vanilya, taze kurabiye, geceyi çabucak başlatacak parfümler, banyo köpüğü? Bilemediniz. İlişkiniz ciddiyse eviniz uyku kokacak hanımlar….Evet, sanat tarihi konuşup şarap içerken tanıştığımız adamlar da Ay Yapım projelerinin karşısında uyuyakaldılar. Çünkü onlar çok yorgun. Sen atom da parçalasan, denizaltı da yapsan o yorgunluğu anlayamazsın.” (s.38)
Favorim olan ”Bize Karşı Hiç Böyle Değildi” (s.45) öyküsündeki şu paragraflar ise beni benden aldı:
” Sonra bir gün her gün dayak yediğin ve yaptığın her şeyin küçümsendiği bir evdense pencerenin önündeki bir saksı çiçeğin, bir kedinin, iyi bir kitaplığın bile daha çok aile olabildiğini görürsün.
Sen yaşama sevincini babanın evinde görmedin değil mi Müge? Onu her gün kendi ellerinle yaptın. Bir yılbaşı ağacını kurup süsler gibi, bir çiçeğin açmasını bekler gibi, işlediğin nakışın yavaş yavaş bir şekle girmesini izler gibi her gün yeniden kurdun.” (s.48)
Bu kitabı çok sevdim. Kadın ruhuna dair saptamalarına, kadınların hayatta ve ayakta kalmak için yapabildiklerini anlatmasına, verdiği ayarlara bayıldım. Gönül rahatlığı ile tavsiye ediyorum ve Arzu hanımın cümlelerini tüm kalbimle tekrar ediyorum:
”İstemek ve söylemek sana düşüyor Müge. Senin görevin kendini korumayı, dünyanın yükünü tek başına taşımak zorunda olmadığını öğrenmek. Kim bilir yıllarca neleri sadece kendi sorumluluğun saydın ve hiçbir şeyi sorgulamadan yetersizlik hissiyle boğuştun. Belki yine birinin korkunç öfkesine maeuz kalacağım diye bir iki dakikalığına dinlenmektense her şeyi kusursuz yapmaya çalışıyorsun. Başkasından hiç istenmez sanıyorsun. İstemeyi de öğreneceksin. ” (s.55)
TÜM YORUMLAR
Çok iyiymiş son paragraf. Narsist anne kızlarının deli gibi yorulup her şeyi kendilerinin eksiksiz ve kusursuz yapmaları gerekliliğini, içsel olarak yapmak zorunda hissetmelerini, yapamazlarsa iç onayları olmadığından dış onaya bağımlı yaşadıklarından yine annenin çocuklukta hissettirdiği eksiklik yetersizlik hissine kapılacaklarını okuduğum zamanlarda. Her şey anneye mi çıkıyor acaba?
Sema
Herşey anneye mi çıkıyor? Güzel soru. Babalar hep saklandıkları için mi ? Anne yalnız kaldığı için mi? Kafamda deli sorular..Boş Ayna bugün-yarın elimde olacak, merakla bekliyorum. Sana iyi geldiğini görmek çok keyifli.
Hiç duymadığım bir yazarı daha öğrendim sayenizde, mutlaka alacağım. Sevgiler 🙂
Ah ne güzel, çok sevindim.