Yazardan okuduğum ilk eser. Ayfer Tunç saçlarını edebiyat yolunda ağartmış belli ki. Sağlam bir okuma olacağını ilk sayfalardan hissettim. Kurguya ciddi emek verilmiş. Olaylar, hikayeler katman katman açılıyor ve finalde sürpriz var.
Umut, kalıtsal ve maalesef çaresi olmayan bir hastalık olan Huntington Hastalığına yakalandığını öğreniyor çünkü annesi bu hastalık sebebiyle ölüyor ve doktoru test yaptırmalarını istiyor (Hastalığın adı açıkça hiç geçmiyor) . O tarihe kadar hayat bilgisi kitaplarındaki aileler kadar mutlular. İki kardeşler. Baba polis, anne öğretmen, kocaman ev, kadife perdeler, misafir porselenleri, akıllı çalışkan abi ile şeytan tüyüne sahip, azıcık serseri, yakışıklı Umut gül gibi geçinip gidiyorlar.
Yine böyle pırıl pırıl bir akşam tam da sofraya oturulacakken anneleri başladığı kelimenin gerisini getiremiyor. Sadece çığlıklar atıyor. O akşamdan sonra hayatları darmadağın oluyor. Anneleri ölene kadar acı dolu yıllar yaşıyorlar ve maalesef hastalıklı geni Umut’un da taşıdığı tesbit edilince işler iyice sarpa sarıyor.
Abisinin arkadaşı Amerika’da genetik mühendisi mi doktoru mu öyle bir şey. Umut, son çare olarak Amerika yollarına düşüyor, sırf babası-abisi kırılmasın diye. Ve orada dünyanın dibine düşmüş gibi duran ıssız bir barda Sanem’le karşılaşıyor.
Sanem’in hikayesi Kemalettin Tuğcu’lara taş çıkartır. Kahroldum okurken. Bu iki yaralı insan aşık oluyor ve kısacık da olsa mutlu oluyorlar birlikte ama o kadar kırık dökük ki ikisi de..
Kitabın nesini beğenmedim ?
Hoşuma gitmeyen neredeyse tek şey Ayfer Tunç’un ayrıntılardaki coşkusu oldu. Romanda adı geçen herkesin ama herkesin; sokaktaki çöpçüden ev sahibin kızına, genetik doktorunun sevgilisinden bar sahibine her kişinin yedi göbekten başlayarak hikayesi anlatılıyor. İçim sıkıldı. Sanem de Umut da ilk tanıştıkları insanlara kendilerini başka birisiymiş gibi anlatıyorlar uzun uzun..İsilik döktüm okurken, atladım bazı cümleleri.
Yine de çok uzun zamandır hasretini çektiğim nitelikli, derin, emek verilmiş bir roman okuduğum için çok memnunum.
Alıntılar
” Bir gülümseyişe tutulmak lanettir. Sen ona kuştüylerinden, pudralardan, bulutlardan yaptığın bir kalp verirsin, o sana siyah taştan bir kalp verir. Sen, sana taştan da olsa bir kalp verdi diye çıldırırsın sevinçten. Ama o verdiği taştan kalbi ikide bir elinden alır, kafana vurur, canını yakar, sonra sana geri verir, acıdı mı diye sorar bir de. ” s.246
” Eskiden acıklı bile olsa illa bir güzellik bulduğum şeylerin beni acılaştırmış olduğunu çok geç anlamış olmam da ayrıca acıklı geliyor bana şimdi. ” s.225
” Dünyanın her yerinde karısı ölen erkekler daha kısa ömürlü oluyormuş. Kocası ölen kadınlarsa daha uzun yaşıyormuş. ” s.233
” İki kişinin ayrı ayrı acı çekmesi bir artı birdir. İki kişinin birlikte acı çekmesi bir artı bir artı bir artı birdir; kendin için çekersin, ona baktıkça onun için de çekersin, kendi için çeker, sana baktıkça senin için de çeker. ” s. 252
” Hayatım ne olduğunu ve nerede bulacağımı bilmediğim bir arzunun gölgesini kovalayarak geçti. ” s.259
Çok cümlenin altını çizdim ama bu kadarla yetinelim.
Bana yeni bir ses, ilham veren tango şarkısı balade para mi muerte (Ölümüm için ağıt) , senfoniden bir parça olan Orphee’s Bedroom, Almanca şiir Akşamları Kalbim, Woody Allen filmi Zelig, Hümeyra şarkısı Susun susun ağlayacağım kitaptan bana kalanlar.
Okuyunuz efendim ama sahilde olmaz, bayağı iç karartıcı bir kitap bu. Kışı bekleyin olur mu?