20 haziran perşembe saat 05.00 olmadan yola koyulduk. Çocuklar 6 saat uyuyarak rekor kırdılar. Yüreğim pır pır ilk molayı Söke’de verdim. Soket biraz uğraştırdı ve 6-7 dakika sonra yanlışlıkla bitir komutuna dokundum. Tekrar oyalanmadım ve sonraki istasyonda koltuğumu yatırıp uyudum. İzmir otobanı ve Osman Gazi köprüsü sayesinde (hepsinde ihlali geçiş yaptım) otobandan hiç çıkmadan kendimi Düzce’de buldum. Sonradan bankanın uygulaması üzerinden 1000 lira civarında HGS ücreti ödedim ama köprü için ayrıca ödeme yapamadım. Onu tekrar araştıracağım.
Arabayla tek başıma gelebilmiş olmam herkesi çok şaşırttı -ben de dahil- ama o kadar çok yere gittik geldik ki fazlasıyla değdi. Ruhuma da çok iyi geldi ; annemi kendi arabamla istediği yerlere götürebilmek, kimsenin keyfini beklememek, YouTube müzikten Nuri Sesigüzel türküleri açıp annem ve teyzemle eşlik etmek az şey mi?
Düzce, Bodrum’a göre 10 derece daha serin, annemin evi alt katta ve hiç güneş almıyor. Efil efil esen geniş bir balkonu var. Böyle olunca ve 4-5 gün hemencecik geçince bir hafta daha kalsam nasıl olur diye düşünmeye başladım (Daha Bodrum’da valiz toplarken bile galiba daha uzun kalacağım demiştim aslında). Önceden planlı olmamak pek kötü bir huy dostlar, rüzgar nereden eserse oraya gitmek, son dakika kararlar vermek iyi bir şey değil. İş arkadaşlarıma haber verip onay almak, eşimi ve çocukları ikna etmek daha çok zaman ve enerji kaybı.
Çocuklar bir hafta daha kalmak istemedi; gitmeleri biraz da işime geldi çünkü çocuklu gezme, gezme değil. Zihinsel yük hiç bitmiyor, ne yediler, ekranda çok kaldılar, nereye götürsem, nasıl ikna etsem vs derken içten içe yoruluyorum. O yüzden hiç ısrar etmedim, yol-iz bilmez halimle onları Sabiha Gökçen’e götürüp uçağa bindirdim. İstanbul trafiğinden ödüm kopsa da eski bir dosta gidip o gece orada kaldım ve ertesi gün Fenerbahçe’nin şık sokaklarında takıldım. Yeşil sandalyeleri ile içimi açan Beyaz Fırın’da kahvaltı ettim, saçıma fön çektirdim. Tadı damağımda kalan güzel bir gün geçirdim.
Dönüşte Bahar’la buluşup Seka Maide Restoran’da oturduk. Yedik, içtik, lafladık.
Sonraki haftayı teyzemlerle ve yeme içmeyle geçiriyorduk ki annemin sağ gözünün çok az gördüğünü fark ettik ve apar topar ameliyat günü ayarladık. Göz doktoru Emir Bey sağ olsun iki gün sonra katarakt ameliyatını yaptı, kendim getirdim götürdüm, bekledim. Çok iyi denk geldi.
Çocukları bir gün Akçakoca’ya denize götürdüm. Dalgalı olmasını umut etmiştim, göl gibi dümdüz Ege denizinden sonra dalgalarla boğuşmak hoşlarına gidecekti ama koca koca dalgakıranlar yapılmış. Yine durgun bir suyla karşılaştık. Çocuklar usda oyalandı, annemle teyzem kumsalda uyudu, ben de kendi halimde takıldım.
Bir akşam üzeri geç vakit Uğur deresinin kenarına gittik. Koca dereyi yok etmişler maalesef. Yeşilin göz dinlendiren tonuyla yetindim.
Nişan, düğün, Efteni Değirmen ve Kaledibi Kafeler, Kayra’nın doğum günü, teyzelerle ve amcamlarla yeme-içme, balkon sefaları, annemin çiçeklerini düzenleme, mutfağına tencere takımı ve kaşık-çatal almak, orta odaya çekilip uzun uzun kitap okumak, ikindi uykuları derken tatilin sonuna geldim.
Dolu bir bagajla yola koyuldum ve ilk iki molanın tamamını uyuyarak geçirdim. Bir noktada dayanamadım ve ilk tesise girip 1.5 saat daha uyudum.
Sonrası kavuşma sevinci, yerleşme yorgunluğu, sıcakla mücadele.
Çocuklar köy içindeki hamburgercide yemek yediler , Emre anneannesine ”Kendini zengin hissediyor musun” diye sordu ve yalnız hissetmemesi için bir kedi sahiplenmesini önerdi. Eren’in köyle ilgili yorumuysa evlere şenlik:
”Burası kötü çünkü kedileri-köpekleri sevmiyorlar”
TÜM YORUMLAR
Çardaklı foto çok hoşuma gitti, Edward Hopper tablosu gibi sanki.