Şubat tatili başlayınca anneme kaçtık ve araya iki gün İstanbul gezisi sıkıştırdık. Kar yoktu ama Bodrum’la kıyaslanınca hava soğuktu. Kış mevsiminde gezme-tozma işleri akıllıca değil, bilmez miyim? Yine de bünye değişiklik istiyor. Riski göze alıp arabayla yola çıktık ve çok şükür şansımız yaver gitti; gündüzler güneşliydi ve turist rotasında keyifle gezebildik.
2011’de ayrıldığımız İstanbul’a, havaalanına filan gelişler sayılmazsa, tam 14 yıl sonra, ilk kez gelmişiz. Yol bulmak, toplu taşıma vs her şey gözümüzde büyüdü. Son dakikaya kadar vazgeçecek gibiydik. . Genelde olduğu gibi plan program yapmadık, doğaçlama gezdik.

İstanbul, canım İstanbul. Hep güzel, hep sinir bozucu, hep kaotik. Bana benziyor 🙂
Önce Kadıköy. İstanbul şaşırtıcı derecede sakin ve sessizdi. Okulların kapalı olması trafiği o kadar rahatlatmış ki inanamadım. Arabayı otoparka bırakıp Simit Sarayında tatsız-tuzsuz-pahalı bir kahvaltı sonrası vapura atladık. Öncesinde telefona İstanbul Kart indirip para yüklemeye uğraştık. Öğrenci kartı filan olmayınca kişi başı 38 lira ödedik.

Boğazdan geçmek gibi güzel bir şey var mı?

Bu yolculuğun çıkış noktası Dolmabahçe Sarayı’ydı. Hiç gitmemiştim. Beş yıl İstanbul’da yaşadık ama bugün yarın derken erteleyip durmuştum. Alışkanlıkla o kocaman, görkemli, beyaz kapılara yürüdük ama girişler oradan değilmiş. Girişi bulmak için epey yürüdük, kuyruk uzaktan çok uzun gibiydi ama 10 dakika bile beklemedik. 200 lira yetişkin 100 lira çocuk için verip sarayı gezdik. Resim müzesine ve bayramlaşma salonunun ihtişamına bayıldık. Görevliye kafe sorduk ve bize Limonluk Kafe’yi önerince Şeker Ahmet Paşa Çay Salonu’nu kaçırmış olduk. Çok üzüldüm buna; çocuklar sıkılmıştı, yeniden çay-kahve muhabbetine giremedik.

Fotoğraf çekmek yasaktı ve evet, bayramlaşma salonu tam olarak böyle görünüyor.

Çocukları girişte telefon ekranlarına emanet edip resim müzesini gezdik. Çok çok beğendim. Hiç duymadığım ressamlar, harika tablolar arasında büyülenmiş gibi dolaştım.
Sonrasında otobüsle Ortaköy, köprü altındaki kafe, kumpir, Eren’e eldiven alma ve zorlu bir otobüs sürecinden sonra Pandeli…Yıllardır aklımda olan Pandeli Restoran’a -hem de çocuklarla- gittik ve rezervasyonsuz cam kenarı masada oturduk. Evet, fiyatlar ortalamanın üstünde ve lezzetler vasattı ama ortam, manzara ve hissettirdikleri benim için çok güzel. ”Ölmeden önce yapılacaklar” listemden bir madde eksildi diyeyim siz anlayın. Birçok kişi için öyle bir anlam ifade etmeyebilir.

Yerebatan elbette harikaydı. Epey revize etmişler. Medusa sütununun olduğu köşeye böyle bir heykel kondurmuşlar. Herkes orjinale değil bu heykele odaklanmıştı. Fotoğrafı Emre çekti.
Yıllar önce çoluk çocuk yokken, umutlarım gani gani, hayallerim ferah feza iken oturduğum Seven Hill Oteli’nin terasına çıkmak istedim. Turist mekanı olmuş. Fiyatlar uçmuş ama önde Ayasofya, arkada Sultanahmet, sağda boğaz…Fazlasıyla değdi. Yorgun bakışlarla geçmişe baktım uzun uzun, hayat muhasebesinde zararda olduğuma karar verdim ama çocuklar martılara ekmek yedirdi mi çatalla* Yedirdi. Unutulmaz kareler kaldı mı? Kaldı.
Hayal kurmaktan ve umutlu olmaktan her gün uzaklaştığım şu tatsız dönemde İstanbul bana hayallerimi – yanında da hayal kırıklıklarımı- hatırlattı. Benim büyülü şehrim, rüya şehrim, keşke seni doya doya yaşasaymışız o gamsız yıllarımızda. Birden bu kadar yorgun düşeceğini anlamıyormuş insan…
Düzce’den de iki kare olmalı bu yazıda:

Amcamın gelini evde kuzu bakıyor ve misafirliğe getiriyor onu.

Oliver ya da Olivier Kafe. Bir yanda koyunlar, bir yanda inşaatlar; çamur çökek içinde Bodrum fiyatları. Şaşırtıcı ama teyze kızımla sohbet-muhabbet için güzeldi.
TÜM YORUMLAR
En baştaki fotoğraf ne tatlı, güzel anılarınız, güzel fotoğraflarınız daim olsun eşiniz ve çocuklarınızla.
Sizin de yorumunuz çok tatlı:) Teşekkürler iyi dilekleriniz için.