Kardeşimin dediği gibi ”İnanamaya inanamaya” yaşadığımız şu fani dünyada kendimiz için bir şey daha yaptık; tüm fiziksel-mental yorgunluğa rağmen başka coğrafyalarda birkaç gün geçirdik ve mutlu olmayı acayip hak ettiğimizi hatırladık. Evet, bunu hatırlamak için biraz uzaklaşmak şart çünkü Ahmet Hamdi Tanpınar’ın o harika ifadesiyle:
”Türkiye, evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkanını vermiyor. ”
Ortalık gene yangın yeri. Ne desek ne söylesek boş. Neyse ki fotoğrafçılar var .
Bu kez gidiş uçağı İzmir’den kalktı, dönüş uçağı ise Ankara’ya indi. Sabah erken havaalanında olabilmek için bir gün önceden İzmir’e gidip bir yakınımızda kaldık ve 12 mart çarşamba sabahı uçağa bindik. Dört saat kırk beş dakika uçtuk! Yolculukta uyuyamayan bizler bile bir ara uyumuşuz. ”Çok şükür bitti” diye sevinirken tam 2 saat pasaport kuyruğu olacağını bilmiyorduk. Yapacak bir şey yok, paşa paşa bekledik.

Yola çıkmak kadar güzel bir şey var mı?

Uçakta sarma keyfi; yoğurt bile getirmiş kankam.
İnstada @uygunrotam diye bir hesapta adım adım Lizbon-Porto seyahati bulmuştuk. Çoğunlukla onu ve kızları takip ettik ve onlar ne yaptıysa yapmaya çalıştık. Portekiz’de acayip güzel bir taksi uygulaması olduğunu da böylece öğrendik: ”Bolt” olarak aratınca çıkıyor. 15-20 dakikalık mesafelere 5-6 euro gibi komik rakamlar ödeyerek gidilebiliyor. Biz de havaalanından kalacağımız hostele bolt ile gittik.
The Central House Lisbon Baixa, hostel olarak tanımlanıyor ancak biz fark ödeyerek otel standartlarında konakladık ve çok rahat ettik. Kahvaltı dahildi. Birçok turistik noktaya yürüyüş mesafesindeydi. İlk gün öğlen saatlerinde gezmeye başladık; enlemden mi boylamdan mı bilmiyorum bizden 3 saat gerideler. Yağmur yağdığı için biraz kararsız kaldık ve sonunda kapalı alan kontenjanında olduğu için meşhur sarı tramvaya bindik. Son durakta inip tepeden baktığımız Lizbon, puslu havaya rağmen beni çok etkiledi. Pek sevdiğimiz çocuk kitabı Memo ve Ay‘daki evler gibi sıra sıra dizilmiş kırmızı çatılar ve deniz ne kadar güzeldi.
Yağmur hızlanınca hemen karşımızdaki kafede ilk nata-kahve keyfimizi yaptık. Lizbon bir-iki yer hariç mekanlar açısından bende hayal kırıklığı yarattı. ”Şurada oturup dört saat laflamalı, çay üstüne kahve, kahve üstüne çay içmeli ” dedirtecek kafeler göremedik. Daha şık, fotoğraf karesi gibi mekanlar bekliyormuşum demek ki.

Beni mor montumdan tanıyın. Binanın harabe görünümü İstanbul hissi verdi mi size de?
Yürüyerek indiğimiz yollar boyunca Lizbon’u İstanbul’a benzetenlerin ne demek istediğini anlamış olduk. Bazı binalar çok harapken hemen yanındaki gayet bakımlıydı. Birçok yerde restorasyon-inşaat vardı. İnsanlar koşturuyordu, bazı sokaklar tıpkı Tarlabaşı-Taksim havasındaydı. O açıdan biraz hayal kırıklığına uğradık ama Lizbon’un büyük bir artısı var: Ucuz! 1-2 euroya bir şeyler alabilmek, yeme-içmenin her yerde aynı para olması, toplu taşımanın cep yakmaması bize iyi geldi. Nasıl gelmesin? 1 euro 40 lirayken bile Lizbon, Türkiye’den ucuz. ”Dünya tepsi gibi düz, çok ileri gidersen aşağı düşersin” gibi bir şey değil mi bu durum?

LX Factory içindeki şahane kitapçı
Arkadaşımın aldığı notları takip ederek LX Factory ile devam ettik. Bir zamanlar kumaş fabrikaları olan kocaman bir alanı yeme-içme-alışveriş merkezine dönüştürmüşler. Çok havalı bir kitapçının da yer aldığı mekan hava muhalefeti nedeniyle sakin ve biraz da sönüktü.
Akşam yemeği için olmazsa olmaz Mercado de Riberia’ya yöneldik. Zaten bu saydığım yerler genellikle birbirine yakın. 10-15 dakika yürüyerek ulaşılabilecek mesafede. Ben avokadolu-tavuklu sandviç, arkadaşım siyah ekmekli burger aldı. Lezzetleri beğendik. Lizbon aslında deniz ürünleri ile meşhur ama biz balık dışında pek bir şey yiyemiyoruz. Bu sebeple karides vb hiç denemedik. Nata dışında Portekiz’e özgü ne var pek anlamadık; her yerde ”Bifana” denen ekmek arası biftek gibi bir yemek görseli vardı; yumurtalı soslu oldukça karışık görünüyordu. Bizi cezbetmedi. Keşke deneseydik 🙂

Bifana Google’da böyle çıkıyor. Bize bu kadar iştah açan bir şey denk gelmedi.
Hostele dönerken yine ”Yapmadan dönmeyin” denen vişne likörü tadımını da hallettik.
İlk günü bu kadar verimli geçirince akşam hiç dolanmadan otele gelip dinlenmeye geçtik. Hostellerde kalanlar daha çok genç tipler olduğu için sabaha karşı epeyce gürültü oldu. Kulak tıkacı denen mucizeyi icat edenden Allah razı olsun (bir de otomatik vites, GPS ve bulaşık makinesini); evimde değilsem tıkaç ve göz bandımı kimlik gibi cüzdanımda taşıyorum. O kadar önemli benim için.
İkinci gün şakır şakır yağacak görünen hava mis gibiydi. Yüce Rabbim büyüklüğünü gösterdi diye yorumladık. Ortadoğudan iki minnoş kadın kalkmış ta nerelere gelmiş, şehir turuna kayıt yaptırmış, hava nasıl pırıl pırıl olmasın? (Bizdeki büyüklenmeci mod 🙂 )
Tatlı bir genç olan Logan ve Nepal’den gelmiş iki erkek kardeş ile Lizbon kazan biz kepçe gezdik de gezdik. Logan, Amerikalarda büyümüş, Portekiz’e üniversite eğitimi almaya gelmiş. Tipik Amerikalılar gibi lafları yuvarlıyordu, biraz da hızlıydı. Anlattı da anlattı; ara ara koptuk gitti. Ünlü yazar Saramago’nun, kendi adını taşıyan müzenin bahçesinde bir zeytin ağacının dibinde gömülü olduğunu, Fernando Pessoa’nın deli gibi bir şey olduğunu, ekonomiyi düzeltti diye ısrar kıyamet ”tahta” oturtulan Salazar isimli diktatörün ülkeyi 40 yıl yönettiğini ve Karanfil Devrimini duymuş olduk. Bir de Avrupa’nın en büyük ikinci Zara mağazasının kaldığımız yere 100 metre uzaklıkta olduğunu öğrendik. (İşte bu aşırı önemli bir bilgiydi. )
Logan’ın meşhur Pastais de Belem’den sonra nata yenecek en iyi ikinci yer dediği Mantenaigra’dan natalarımızı alıp meydandaki heykelin dibine oturduk. Tazeyken altı çıtır çıtır üstü akışkan olan nataları ayıla bayıla yiyip ”Gurur moment” yaşadık. Bravo bize vallahi, nasıl da başardık ta buralara gelmeyi, çoluk çocuğu bırakıp , şu ekonomide (euro 38 lira sanıyorduk), ”Bir valiz ama her güne bir kombin” konseptiyle, nasıl da yollara düştük ? Böyle cümlelerle birbirimizi kutladık. (Asıl işi arkadaşım yapıyor, bana düşen uçağa binmek)
Aşırı tatlı mağazalar görünce ekonomiyi filan boş verip daldık ve aldık . Şunlara bakınız lütfen:
Dünyada başka hayatlar da mı varmış? Marketlerde indirimli gıda-meyve-sebze kovalamaktan gına gelmiş de haberimiz yokmuş. Öyle tatlı şeyler gördük ki… Misal, basınca kaka görünen kalem 🙂
Gene Logan’dan öğrendiğimiz -inat etmeyin, şu şehir turunu yapın işte millet- dünyanın en eski kitapçısına gitmesek ayıp olurdu. Logan ”Oradan aldığınız kitaba damga basılıyor” filan deyince daha da heveslendik ama çocuk kitabı olduğu için mi bilmiyorum benimkine basmadılar. Kasiyer hanıma sordum ama cevabını anlamadım. Bu arada Lizbon’da genç bile olsa İngilizce konuşmayan pek çok kişiye rastladık . Avrupa’nın genelini düşününce beni şaşırtan bir şey oldu bu.

Kayıtlara geçmiş en eski kitapçıymış; biz de onun yalancısıyız.

Lizbon’da görülmesi gereken 10 harika nokta. Üç boyutlu olmasına bayıldım. Biz yarısını ancak görmüşüz.

Pessoa’yı okumak farz oldu artık 🙂
Logan’dan ayrıldıktan sonra herhalde 20.000 adım attığımız uzun bir turistik turu da kendi kendimize yaptık. Onlar da sonraki yazıya kalsın. Koca Lizbon ve Porto’yu tek yazıda bitirecek değilim. Arkası yarın, okumadan geçmeyin olur mu?

Baktıkça ve kullandıkça hatırlamak için aldıklarım.
TÜM YORUMLAR
Bana da yeni Lizbondan Küçük Prens kitabı geldi hediye olarak. Yıllar önce ikinci yurt dışı seyahatim Lizbonaydı. Ama bu sarı trenler yoktu o zamanlar.
Bolt Dubai’de de yeni yeni geldi. Hatta bazen Bolt daha ucuz deyin Uber’de indirim yapıyor, bayağı komik buluyorum bunu. 😀
Memo ve Ay’ı bukitabicoksevdim.com’la anmışsınız. Çook teşekkür ederim. Bu şahane gezide biz de yanınızdaymışız 🙂 sevgiler, Işıl
Yaa, o kadar sevindim ki yorumunuza Işıl. Sayfanızın sıkı takipçisiyim. Lütfen hep yazın 🙂
Çok güzel bir yazı olmuş. Dünyada başka hayatlar da varmış. Ne anlamlı bir cümle. İnşallah Japonya, g Kore, Tayland..filan nice yerleri gezersiniz birlikte
İnşallah Aliye. Hepimiz mutluluğu, keyifli olmayı, dolu dolu gülmeyi hak ediyoruz. İnşallah hep beraber güzel günlerimiz olsun 🙂