Geçen hafta annemin evindeydim. Kasım ara tatilinde gitsem daha iyi olurdu ama Emre’nin matematik dersleri vardı. Yalnız bırakmak istemedim. Gidiş-dönüş 1600 liraya bilet bulunca daha fazla ertelemedim.
Havalimanından İzmit’e gittim. Bahar’la buluşup ışıl ışıl bir Starbucks’da, hızlıca, son ayların güncellemesini yaptık. Sonrasında beni otogardan yeğenim aldı ve onun evindeki akşam oturması ile diyet bozduran haftaya başlamış oldum. Çoğu evde o kadar güzel ikramlarla karşılandım ki ”Ben bunları yemiyorum ” demek emeğe saygısızlık olacaktı. (Fotoğraflardan ne demek istediğimi anlayacaksınız.)
Bir hafta çoğunlukla teyzemlerle, yeme-içme ve dinlenmeyle geçti. Teyzelerimden bir umreye gitti, onu uğurladık. Annemin epeydir aklında olan iki hastayı ziyaret ettik. Aynı gün Aydınpınar şelalesine ve Gölyaka Devlet Hastanesi aciline gittik (Büyük teyzemin tansiyonu çıktı.)

Teyzemin el açması cevizli çöreği

Lahana sarması muhteşemdi


Teyzelerim tam kadro

50 yıldır karşımızdaki evde olan, annemin amcasının kızı Münevver teyze kısa süre önce vefat etti. Bizim deyişimizle Minik Kuş, biraz aksi, hep söylenerek dolaşan, tonton olmakla hiç ilgilenmeyen , bütün fırtınaları-hava olaylarını-neyin ne zaman ekileceğini çok iyi bilen ansiklopedi gibi bir insandı. Nur içinde yatsın. Onun 40 mevlidine katıldım. Bir de baktım bütün gelenleri tanıyorum. Bir yerin yerlisi olmak böyle bir şey demek ki.
Biz muhalif tayfa okuyacağız-yazacağız-direneceğiz hayhuyu içinde bunalımdan bunalıma koşarken annemlerin dopdolu dondurucuları, bolluk-bereket içinde yaşayıp gitmeleri, sosyallikten yıkılıyor olmaları, markete neredeyse hiç gitmeyip evde ekmek yapıp dizi karakterleriyle haşır neşir olmaları, ha gayret altın almaları (gram gram da olsa) , gluten vb habersiz gece gündüz hamur işi tüketmeleri, fitne-dedikodu-davetsiz misafir olsa da neşeli olmalarına bu sefer de şaşırdım. İç geçirdim.
Aydınpınar Şelalesi bu gezinin en unutulmaz 1 saatini geçirdiğim yer oldu. Tamamen son dakika planı olarak gittiğimiz şelale aslında ufacık bir çağlayan ama o sonbahar renkleri, fotoğraftan anlaşılamayan toprak kokusu, serinlik, loşluk ruhuma ilaç gibi geldi. Daha önce gitmediğimi yazıyı yazarken fark ettim; Güzeldere şelalesi ile karıştırmışım.
Köy içinde yaptığım yürüyüşler, komşularla ayak üstü sohbetler, annemle Güller ve Günahlar dizisini izlemek, geçen ay aldığım yeni telefonundan memnun olduğunu görmek, yengemlerin evinde lafı bitirmediğimiz için kalkamamak, kediler, bahçedeki marullar, armutlar ve Trabzon hurmaları , annemin promosyon kapsamındaki toplu alışverişini birlikte yapmak, Dargınım şarkısını içli içli söyleyişini dinlemek, yeni kesilmiş ağaç kütükleri, yıllar sonra nihayet lezzetli bir hamsi yemiş olmak… Ne kadar çok şükredecek şey var.


Şehre tek bir gün indim. Maalesef tabela ve inşaat terörü her geçen yıl memleketimi daha tatsız, gürültülü ve çirkin yapıyor. Dolaşmak hiç keyifli değil.
İnstada gördüğüm Abant Kahvecisi önüme çıkınca giriverdim. Kavurmalı yumurta ve migrostan nihayet alabildiğim pirinç patlağı ile güzel bir kahvaltı yaptım. Kara kaplı defterime yazdım da yazdım. Dağ çilekli Türk kahvesinin adının cazibeisne kapılıp içtiysem de farkı anlamadım. (100 lira)


Hiçbir estetiği olmayan, sadece göz ve cüzdan yoran abidik-gubidik kafeler.
Şehir dönüşü ortaokul arkadaşımla belediye kafede oturup dere manzarasına karşı çay içtik. 40’lı yaşların ve uzun evliliklerin nasıl da yorucu olduğunu bir kez daha onayladık.
Maalesef tek bir gün yağmur yağdı. Hava genel olarak güzeldi.
İşte böyle.





