Kitap güzel başladı. İlk sayfalardan anladık ki on dakika otuz sekiz saniye ölüm sonrası, beyindeki oksijenlenmenin tamamen bittiği ana kadar geçen süre. Kahramanımız Leyla ölüyor ve onun son on dakikasını beraber geçiriyoruz beyninin içinde. Üstelik kokularla eşleştirilerek anlatılıyor her bir dakika. İlk anımsadığı tuz kokusu örneğin, çünkü doğduğunda hemen ağlamamış ve yaşlı ebe onu kafasını da örtecek şekilde tuzla kaplamış.
Konu ilginç. Genelevde çalıştığını bildiğimiz Leyla’nın yaşamının dönüm noktalarını okumak da öyle. Tuhaf lakapları olan beş arkadaşının öyküleri merak uyandırıcı. Başlangıçtaki İstanbul haritası ve atıf cümlesi çok tatlı. Eski Elif Şafak’tan hoş bir esinti.
Gerisi yine karman çorman bir bulamaç. Ortadoğu’nun sefaleti, kadın-çocuk ve ortalama dışında kalan erkeklerin nasıl görmezden gelindiği, saf dışı edildiği, yetmiyor Lübnan ve Somali’den yola çıkıp kendilerini iStanbul’da bulan iki kadın üzerinden bir de oralardaki çileler. Aklına ne gelirse koymuş E.Ş. Kumalık, Mardin, Hristiyan anne- müslüman baba , travesti olmak, dindarlık- atesitlik, tarikatlar, Down sendromlu çocuklar, solculuk, devrimcilik, kadınlık erkeklik..Gerçekten aklınıza ne gelirse.
On Dakika Otuz Sekiz Saniye’yi Neden Sevmedim ?
Havva’nın Üç Kızı‘nda da aynı duyguya kapılıp rahatsız olmuştum, şöyle demişim üç yıl önce ki şu anda da aynısını diyorum:
”Bu da son zamanlarda örneğini çok gördüğüm ”çorba ” kitaplardan biri. Çok derinlikli olmayan bir hikaye kurgulanmış, arka planda 12 eylül işkencelerinden, bekaret muayenesine, Türk erkeklerinin siyaset ve futbol aşkından, kadınların botoks sevdasına, sorunlu ergenlerden, kırılgan çocuklara, sokak serserilerinden trafik sorununa akla ne gelirse hikayeye boca edilmiş.
Nerde o BeCe’ler, Nazar sözlükleri, Keramet Mumi Keşke Memiş Efendiler, Haksızlık Öztürk, Celal-Cemal Kardeşler, mavi metresler..O büyülü sözcükler, insanın nefesini kesen cümleler..İnanılmaz özgün öyküler..Ah Elif Şafak, eski okurların, kendine has tarzını çok özlüyor biliyor musun?”
Şimdi, ben EŞ’nin özel hayatını, kocasını, osunu busunu bilmem, umursamam. Siyah Süt öncesi kendine özgü, acayip buluşlarla, kelime oyunlarıyla, kurguyla süslediği şahane romanlar yazdı ve hala onları okurum. Bit Palas, Araf, Mahrem..Her biri hazinedir benim için. Bit Palas’da da yok yoktur ama nasıl emek harcanmıştır karakterlere, okurken bile anlarsınız. Bir Mavi Metres mesela, Celal-Cemal kardeşler, aralarındaki diyaloglar. Müthiş çalışılmıştır o romanlara. İskender, Havva’nın Üç Kızı ve On Dakika Otuz Sekiz Saniye ‘de ise olay şu: Minik bir fikir bulunmuş, onun etrafı toplumsal meselelerle doldurulmuş. Ortasına azıcık yemek konup etrafı bol yeşillikle zengin gösterilmeye çalışılan tabaklar gibi.
Tamam biz de biliyoruz ki Avrupa , İngiltere, Kuzey Amerika ve İskandinavya dışında herhangi bir coğrafyada kadın olmak çok kötü, belaya davetiye demek de yazacak başka konu kalmadı mı? Tamam, çocuk tecavüzü, ensest, kadına şiddet toplumumuzun bir gerçeği ama EŞ gibi dünyaca tanınan bir yazarın sürekli bunlara vurgu yapması edebi açıdan tıkandığını ve ekmeğini ancak böyle kazanabildiğini düşündürtüyor bana.
Alıntılar
” Aynı oğlan Leyla evden kaçtıktan kısa bir süre sonra İstanbul’a – tüm hoşnutsuzların ve huzursuzların ve hayalperestlerin eninde sonunda kendini bulduğu şehre – gidecekti. ”
” …çünkü eğer bir başkasının hüznünü, kederini adeta kendi acınmış gibi saklayıp korumak değilse ya neydi aşk? ” s.361
” Ve şu hayatta doğru sözleri doğru zamanda söyleyememenin neden bu kadar yüksekti? ” s. 375
” Değişmeyen tek şey insanın insana duyduğu bağlılıktı.” s.383
Okunmaz mı ? Elbette okunur , keyif de alınır ama ben eski EŞ’yi istiyorum. Çok özlüyorum onu.