Bu sene ne eylülden bir şey anladım ne ekimden. Öyle geçip gitti günler. Yağmur bile yağmadı. 2-3 kez kısa süreli atıştırdı geçti. Yağmur yağmayınca anlamıyorum sonbaharın geldiğini; o havaya giremiyorum.
Annemi temmuzdan bu yana görmemiştim. Ekim ortası bir haftalığına memlekete kaçtım. Kışlıklarımı alıp gittim üstelik. Düğün de vardı; bahane oldu. ”Hiçbir şey olmuyor, her şey aynı” sansak da her gün irili ufaklı bir sürü değişiklik var; mesela abimler köydeki evimizin üst katına taşındı. İlk kez yeğenim Zeynep’le ev ortamında zaman geçirdik, beraber düğüne hazırlandık, pasta kestik taşınmalarının şerefine. Bol bol alışverişe gittim. Bodrum’dan sonra fiyatlar makul geliyor ve küçük bir il olsa da o aşinalık duygusu sayesinde, giyebileceğim şeyler bulabiliyorum. Bir-iki elbise götürmüştüm fakat düğün kıyafetimi ayakkabıdan küpeye kadar Mihrap Şahan Butik’ten ve adı sanı olmayan mağazalardan aldım. (Küpeleri takmadım ve nerede olduklarını da hiç bilmiyorum)
Dönüş yolculuğum her yolculuk gibi zorluydu. Aldığım 4 çift ayakkabı, bir sürü yiyecek, kestane- cin mısır vs derken valizimi zar zor kapattım ve fermuarı çekerken fermuarın baş kısmı koptu gitti. Elvan’ların -iyi ki- bıraktığı valize geçirdim her şeyi. Sırt çantam – 8 kg geldi- , kol çantam ve fazladan bir el çantası ile otobüs- havaş nasıl olacak diye dertlenip sabahın köründe uyandım. Annemle otobüs yolu gözleyecekken abim camı tıklattı ve beni otogara götüreceğini söyledi. Nasıl iyi oldu anlatamam; o kadar eşyayı otobüslere indir-bindir yapmak gözümde büyüyordu. Acelemiz kalmayınca oturup güzelce kahvaltı yaptık. İzmit otobüsü ve Havaş sonrası vakitlice Sabiha’ya vardım. Valizin tekeri tam çalışmıyordu, epey yorucu oldu. El çantasına koyduğum domatesler ezilmiş, sızıyordu kumaş çantadan. Önce bagajı verdim otomatik makineden (18 kilo geldi), sonra bir kafede oturup domatesleri ayırdım ve maalesef attım. Sadece kahve 170 lira olunca içmedim ve güvenlikten geçip tam da kapımın karşısındaki starbucksa yerleştim. Rötar olmadı ama uçağa bindikten sonra 75 dakika kalkış için bekledik.
Dönüşte eşim ve çocuklar beni yeni araba ile karşılamaya geldiler. Tam elektrikli MG4. Evet arkadaşlar, gelecek geldi. Arabayı gece şarja takıyoruz ve benzincilerle büyük bir mutlulukla vedalaştık. Kullanımı, lüks duygusu ve görüntüsü ile şimdilik gayet memnunuz.
Dönüş sonrası birkaç gün kendime gelemedim. Duygusal ve fiziksel olarak yorgunluğu tolere etmek giderek daha zor oluyor. Peyniri kesip dondurucuya koymam, minicik biberleri doldurup pişirmem, evi- barkı toparlamam hafta ortasını buldu. Sonrasında yazılı haftası ve 29 ekim telaşı başladı. Eren, sözlü sunum için Asiye’yi seçti ama bilgisayardan ayrılıp kitabı bitirmediği için tam da yatma saatinde mızmızlanmaya başladı. 30 sayfa kadar hızlıca okudum, sabah erken uyandırıp sunum provası yaptı ama ”Yapamam, beceremem” dedi hep. 3 dk içinde anlatması gerekiyormuş, yetişmezmiş vs. Neyse ki kısa bir bölüm anlattırmış öğretmen, yazarını söylemiş, ana fikri ”Kimse göründüğü gibi değildir” söylemiş, Sabiha yerine Şimdi bir türlü hatırlayamadığım başka bir isim söylemiş ama rahatlamış olarak geldi o gün okuldan
Bize de ”Oy Asiye Asiye türküsü” türküsünü mırıldanmak düştü.
Yaz, sonbahar, kış… Yaşamak güzel şey vesselam.