Neden Kopenhag?
Bu gezideki arkadaşım B. ile 2006 yılında ikimiz de yeni evli iken tanışmıştık. İdrar laboratuvarında Süleyman’ın sakin sakin antibiyogram yapmasını izliyordum ki kapıdan içeri bir kız başını uzatıp bir şey sormuştu. Kazağının rengi yeşildi unutmadıysam fakat emin olduğum bir şey vardı ki fular takmıştı! İşte o günden beri yani 18 yıldır bir şekilde iletişimimiz devam etti; özellikle ikinci oğlanları doğurunca daha bir yakınlaştık. Çocuklarımızın doğumlarından sonra içine düştüğümüz kuyularda debelenirken, ebeveynlerimizin kaybının yasını tutarken, taşınmalarla /tayinlerle / hayal kırıklıklarıyla boğuşurken yani 30’lu yaşlardaki iki kadının başına gelebilecek ne varsa yaşarken birbirimizin şahidiydik. Doğru dürüst bir şey bilmeden PCR raporu vermeye çalıştığım berbat zamanlarda onun telefonun ucunda olması çoğu zaman tek tesellimdi.
2011’den beri farklı şehirlerde olsak da en zor zamanları birlikte atlattık. Bütün bu yıllar içinde baş etmekte çok zorlandığımız nice şeyi ”Coğrafya kaderdir” cümlesiyle açıklamaktan başka bir şey gelmedi elimizden. Sonunda kabul ettik: Dört dörtlük bir Ortadoğu ülkesinde yaşarken, ”Danimarkalıymışız gibi” yaşamaya çalışmak faydasız/ imkansız/ yorucu/ tüketiciydi ve bunu birbirimize sık sık hatırlatmak zorunda kaldık.
Turistler aleminde popüler sayılmayacak Kopenhag’a, yıllardır kendi aramızda bir şifre olan ” Bir gün yine Danimarka’dayız” muhabbetinin hakkını vermek için gittik . Bizim tek gerekçemiz buydu.
Nasıl organize olduk?
Bileti almak en zoru. Bir seyahatin biletini aldıysanız gerisi de bir şekilde oluyor.
Çocuksuz gidiliyorsa turla gitmek hem daha ucuz hem daha zahmetsiz fakat Kopenhag turu var mı bilmiyorum 🙂 Biz kendi kendimize dolaştık. Bütün araştırma işini arkadaşım yaptı. Fiyat-fayda oranı konusunda uzman bilirkişi olarak harika bir iş çıkardığını söyleyebilirim. İlk gün görülecek yerlerin çoğunu görmüştük, ikinci gün ücretsiz şehir turu, tekne gezisi (50 kron), Deniz Kızı Heykeli, adını unuttuğum bir kuleden şehri izlemek, üçüncü gün Malmö, son günün sabahı Glyptoteket müzesi ile neredeyse her noktayı gezmiş olduk.
Şehir yürüyerek gezecek kadar küçük. Yine de birkaç kez otobüs ve metro kullandık. Tek yön 30 kron; oldukça pahalı. Yön bulmakta zorlandığımızda nazik ve güler yüzlü Danimarkalılar imdadımıza yetiştiler. Yol sorma işlerini arkadaşıma bıraktım; hem İngilizcesi daha iyi hem de Avrupalı nemrutluğunu henüz tatmamış bir insan kendisi:). Otelin adını söylediğimiz Danimarkalı bir beyefendi hemen hareketlenip, duraktaki otobüsün şoförüne kadar gidip sorunca ben şok oldum. Fransız ve Almanların turist azarlamaya çok hevesli hallerinden sonra Danimarkalılar pek sevimliydiler.

Şehirde bisiklet esas ulaşım aracı
Ne Yedik?
Yurtdışı bütün seyahatlerde her zaman oda-kahvaltı almak gerekiyor arkadaşlar. Bizim yaşlara gelince iyi bir kahvaltı yapıp akşam üzerine kadar açlık derdi olmadan gezilebiliyor. Kaldığımız otelin en güzel yanı harika bir kahvaltı sunmasıydı. Gayet zengin bir açık büfe ile karşılaştık. Maalesef her şey çok lezzetliydi; maalesef diyorum çünkü bir kez daha anladık ki Türkiye’de yediğimiz içtiğimiz neredeyse her şey bol katkı maddeli, glutenli, tatsız ve çok pahalı :(. Özelikle kruvasanlar ve ekmekler harikaydı. Bol bol hamur işi ve tatlı yememize rağmen ne şekerimiz oynadı, ne karnımız şişti.

Kahvaltı sonrası kahve keyfi yaparken yediğimiz hindistancevizli kurabiyeler enfesti.

Hazır sofraya oturmanın mutluluğu 🙂 Bihter Ziyagil gibi hissettiğim anlar.

Yediğimiz mekanlar daha çok paket servisçi olduğu için mi, bulaşıkçıya para vermemek için mi, su israfını önlemek için mi bilmiyorum neredeyse hiçbir mekanda tabak-çatal-kaşık görmedik. Böyle kese kağıtları üstünde yemek yedik.

İlk akşam yemeği molasını Gasoline Grill’de verdik. Mekanı beğenmedim, aslında mekan filan yok, bildiğin büfe. Etrafına birkaç bank koymuşlar. Şansımıza hava çok soğuk değildi ve boş yer vardı fakat hamburger çok lezzetliydi. Tadını çıkara çıkara yedik.

Gasoline Grill ve ben

Espresso House’da kahve molası verdik ve ben geleneksel tatlıları ”semla” denedim.

3. akşam yemeğimiz için pek tavsiye edilen sandviçci Smagsloget’i denedik. İki kişinin rahatça doyacağı büyüklükteki tavuklu sandviçi pek beğendik. Çok üşümüştük, oturduk epey. Tam kalkarken bizim gibi kız kıza gezen Türklerle karşılaştık.

Kız kıza çılgınlıklarımızdan biri : Gayet Danish olan, merdiven inerek ulaştığımız kuytu bir bardayız. Yine tam kalkarken masa bekleyen iki Türk bayanla karşılaşmayalım mı? Memleketin yüzde yetmiş beşi açlıkla boğuşuyor gibi algılayınca insanların gezip tozuyor olmalarına seviniyoruz.

Lilla Kafe, Malmö

Malmö’deki tek durağımız Kafe Lilla. Yüz yıllık gibi görünen binanın atmosferine bayıldım. Kimse telefona bakmıyordu, selfie çekmiyordu, herkes güzelce sohbet ediyordu! Kahveler ve cheesecakeler tabiki çok lezzetliydi.

İnstada tesadüfen görüp kaydettiğim efsane mekan: Bar 1656. Tabelası olmayan karanlık bir sokakta nasıl olduğunu şimdi bile bilmeden bulduğumuz bar benim için gezimizin en unutulmaz duraklarından biri oldu.

Bar 1656’nın dışardan görünüşü.
Gezdiğimiz yerler ve genel izlenimlerimi sonraki yazıya bırakıyorum. Buraya kadar okuyanları tebrik ediyorum 🙂