Bir okuma grubuna katıldım. Günde 300-400 sayfa okuyan kadınlar var! Kitaplar da öyle hafif değil, kallavi. Bu sayede epeydir kenarda duran, bir türlü okumaya elimin gitmediği kitapları bir çırpıda okuyuverdim. Gaza geldim özetle. Hayatımız mı bu aralar çok hareketli, bizler mi yorulduk ve yavaşlama ihtiyacı içindeyiz ayırt edemiyorum; beynimin içi bomboş ; unutmadan son haftaların okumalarını özetlemek istiyorum. Aşağıdaki görseli bulduğumda Gamba ve Kendimi Kaybettiğim Yerde Buldum isimli kitapları çoktan aklımdan sildiğimi fark ettim ki 15 gün olmadı daha okuyalı.
Yine grup sayesinde kitaplığıma baktığımda okumadığım kitapları görüp şaşırdım çünkü ”Bir gün okurum belki” diyerek kitap istiflemem. Aldığımı okumadan yeni kitap almam. Eski yazılardan hatırlayanlar olacaktır; ikinci-üçüncü kez okuma hevesi uyandırmayan kitapları rafa dizmem, elden çıkarırım. Yani kütüphanemdeki tüm kitaplar ya çok sevdiğim ya da rehber niteliğinde olan – Boş Ayna, Kabil’i Yetiştirmek ve Kardeş Rekabeti gibi- eserlerdir. Yine de aylar içinde birikmiş okumadıklarım. Bir kısmını okudum ama bir kısmına yine elim varmadı; uzaktan bile karamsar geldiler; Edgar Ellen Poe mesela.
UTANÇ , Nobelli yazar Coetzee’nin adını bile duymadığım bir romanı ama adamlar öyle iyi yazıyor ki kitabı okurken ”Ben bunun filmini izledim” dedim. Yarım yamalak izlediğim garip bir filmdi. Yine de aklımda kalmış olmasına müthiş şaşırdım. Konusu şöyle : Üniversitede hocalık yapan orta yaşlı bir adam, gencecik öğrencisi ile cinsel ilişki yaşar. Bana sorarsanız kızı zorlamamıştır, kız daha çok gitmediği derslerde yok yazılmamak vb sebeplerle çıkar için adamla yatmıştır. Kızın öfkeli sevgilisi yüzünden olay açığa çıkar ve hoca linç edilip okuldan atılır. Avustralya’nın ıssız bir kasabasında kendine anti-kapitalist bir çiftlik kurmaya çalışan kızının yanına gider ve ona yardım etmeye başlar. Bir süre sonra işler fena karışır, kızıyla beraber evde alıkonur, kızı tecavüze uğrarken banyoda kilitli tutulur, yaşamının bütün dengesi böylece bozulur ve adamla beraber biz okuyucular da allak bullak oluruz. Biraz dudak bükerek, ”Başladım madem bitireyim” dediğim kitabı soygun kısmını okuduktan sonra elimden bırakamadım.
Geçenlerde aynı yazardan Romancının Romanı’nı okumuştum ve okurken pek sarmasa da içimde yer ettiğini hissetmiştim. Gerçekten ”roman sanatı” diye bir şey var; kendinizi asla yerine koyamayacağınız karakterleri, yazarın sanki oymuşçasına anlatabilmesi, onun ağzından konuşabilmesi ne büyük ve mucizevi bir şey değil mi? Örneğin, Günden Kalanlar’ı Kazuo Ishiguro değil de 1900’lerden bir baş uşak yazsa bu kadar iyi anlatamazdı kendini ki Kazuo, bir söyleşide ”En iyi bildiğiniz şeyi yazın” önermesine asla katılmadığını söylemiş. Kısıtlı okuma tecrübeme dayanarak roman sanatında en iyi olanlar İngilizler gibi geliyor bana. Acaba sıkı okur olan diğer blog yazarları – örneğin Leylak Dalı Nurşen Abla – bu konuda ne düşünüyor?
GAMBA, ilk kez okuduğum bir yazar. Dört arkadaş bisikletle güney sahillerinde uzun bir tura çıkarlar. Nurbay ve Turgay adındaki iki kişi yüzünden uzun süre kim kimdir çözemedim. Onları yola düşüren, özel hayatlarındaki sorunlardan kaçma arzusudur. Mutsuz evlilik, yasak ilişki, bomboş geçmiş uzun bir çalışma hayatı. Asım içlerinde en yaşlılarıdır ve biri hariç diğerleri aynı devlet kurumunda jeoloji mühendisi olarak çalışmaktadır. Bisiklet turu Asım’ın emeklilik hayalidir. Birkaç hafta sürecek bu zaman dilimine çok büyük anlamlar yüklemiştir. Güzel başlayan serüven muhtelif aksiliklerle giderek tatsız bir hal alır. Finali de beklediğimiz üzere mutsuzlukla biter.
Gamba, pek okumadığım tarzda, erkek muhabbeti ekseninde geçen bir hikayeydi. Cinsellik, varoluşsal sorunlar ve içki. Ama nasıl içmek. Kahvaltıyı birayla yapıp geberene kadar içmeden uyuyamamak. Umarım gerçek hayatta böyle içen insanlar az sayıdadır. Devlet memurluğunun nasıl da içi boş bir iş olduğunun anlatıldığı sayfalar içimi acıttı. Aylarca dağda bayırda gezip projesini yaptıkları işlerin nedensizce iptal edilmesi, memurların sadece içmek için öğle tatilini beklemeleri, cuma öğleden sonra yazılmamış bir kural gibi kimsenin işe dönmemesi.. Yazık günah bunca insana ve paraya.
NARZİSS VE GOLDMUND: Bu kitap için ayrıca bir yazı yazacaktım hatta bu afili fotoğrafı çekmiştim, fırsat olmadı. Bir manastırda geçen kitap bedensel arzularla bilgeliğin, aydınlıkla karanlığın savaşını iki kişi üzerinden anlatıyor. Narziss (narsizizme gönderme olmalı) çok zeki, Yunancayı su gibi okuyup yazan, sürekli oruç tutan, ibadet eden, karşısındaki insanın içini okuyan ve ne için yaratıldığını anlayabilen genç bir hoca. Goldmund ise bir kuşun uçuşu, bir otun salınışıyla kendinden geçen, yaşamaya tutkulu, yakışıklı gencecik bir öğrenci. İkisi karşılaştıktan sonra kendileri de anlamadan dost oluyorlar ve Goldmund kendini çağıran hayata direnemeyip manastırı terk ediyor. Narziss ise yaşamı boyunca rahipliğe devam ediyor. Uzun yıllar boyunca Goldmund pek çok olay yaşıyor, cinayet bile işliyor ve bir gün eski dostuyla bir araya geliyorlar.
Daha çok psikolojik bir alt metni olsa da çok sıkılmadan, uçarı gencin sonu ne olacak sorusunu sorarak merakla okudum. Hesse ustanın önünde saygıyla eğiliyorum.
KENDİMİ KAYBETTİĞİM YERDE BULDUM: Farkındalık ve yaşam koçluğu mevzularının kurguyla aktarıldığı hafif bir roman. Radyoda program sunan genç bir kadın severek ve gayretle çalıştığı işinde yıllar geçmesine rağmen ne terfi ne maaş zammı almıştır ama patronu ona giderek daha çok iş vermektedir. Ailesiyle arası soğuktur, sevgilisi yoktur. Sabah programı sunduğu için 05.00’de uyanmakta, radyodan asla normal saatte çıkamamaktadır. O sırada hayranı olduğu bir yazarla söyleşi yapar ve adam ona bir tür yaşam koçluğu programına kayıt olması için bir şans verir. Haftada bir olmak üzere sekiz mail alacak ve önerilenleri yapacaktır.
Bu alanda epeyce kitap okuduğum için bende çok iz bırakmadı ama kolay okunuyor ve merak uyandırıyor.
Okunmamış kitaplarım arasında en kalını olan Büyücü’nün epeyce bir ünü var; seveni çok. Yarısına kadar geldiğimde bırakmak istedim ama sonunu merak ettiğim için bırakamadım. Yazı fontları küçük, baş kahraman İngiliz adama gıcık oldum ama işte dedim ya, iyi roman kendini okutuyor. Kitapta en sevmediğim şey ; rüya içinde rüya oyun içinde oyun durumu var. O da oyun, bu da oyun; sanki hiçbir şey gerçek değil. Hizmetçi sandığımız kişi oyuncu, saray sandığımız şey dekor, deneyi yürütense bir psikiyatrist! Aslında hiçbiri değil. 600 sayfa boyunca Nicholas’a akla hayale gelmez oyunlar oynayıp sonunda da hepsi senin iyiliğin için demelerine ayrıca gıcık oldum. Adam neredeyse intihar edecekti kahırdan!
Bazı güzel cümleler, unutulmayacak satırlar vardı ama..okumasaydım da olurdu.
Büyücü yavaş gidince araya Grange’dan Şeytan Yemini’ni aldım. Okumamışım herhalde, hiç tanıdık gelmedi. İyi bir kurgu, nefes kesen bir hikaye ; ilk kez katili ilk sayfalardan itibaren tahmin edebildim. Düştüm yine seri katillerin içine. 519 sayfa kazanmış olacağım; en az okuyanlar en çok okuyanlara kitap hediye ediyor bu arada.
Sayfa sayısını hayatımın hiçbir döneminde dert etmedimse de bu sayede epeyce kitap okumuş olacağım. Ne de olsa en büyük eksiğim (!)