Dokuz köyün çarşambası bir araya gelmişken araya Norveç-İsveç gezisi sıkıştıran bana ve kankama kocaman bir alkış istiyorum! Bu pahalılıkta, okullar yeni açılmışken, kafamın içinde kırk tilki dolaşırken nasıl yapabildik ben de şaşırıyorum.
Kopenhag’a giderken epey çalışmıştık ; bu sefer biletlere bile doğru dürüst bakmamışız 🙂 Hele benim yegane katkım Bahar’a iki tane link göndermekten ibaret 🙂 Kalacak yerler hariç tek şey bilmeden Bihter Ziyagil gibi süslenip püslenip, bir adet sırt çantası ve kulaklıklarla Sabiha Gökçen’e uçtum. Happy Moons’ta mis gibi kahvemi içtim, yemeğimi yedim. Sonra dedim ki ”Pasaport kontrolünden geçip duty free dükkanlarda uzun uzun parfüm- kozmetik bakayım.” Monitörden uçuşu kontrol etmeye kalktığımda ise bilin bakalım ne oldu? Öyle bir uçuş bulamadım! Meğerse bizim kalkışımız yeni havalimanındanmış. Uçağın kalkışına daha 4 saat vardı, Sabiha’dan servise bindim. 200 lira verip 1 saatte Atatürk’e ulaştım. (Evet, yeni isimleri reddediyorum; 1. köprü benim için sonsuza dek Boğaziçi köprüsüdür.) Bahar da hızla organize oldu ve uçağa rahat rahat yetiştik.
Oslo’ya gece yarısından sonra indik. Merkez metro istasyonuna da kolayca geldik fakat otele gidecek treni bir türlü bulamadık. Baktık olacak gibi değil, taksiye bindik. Otel rezervasyonlarını yıllardır olduğu gibi Booking.com’dan yaptım. Oslo’daki otelimiz Radisson Red oda, temizlik, kahvaltı vb konularda tatmin ediciydi ama turistik noktalara uzaktı ve çevre manzarası inşaat-bina şeklindeydi. Gidecek olursanız Radisson Blu şehrin tam göbeğinde; her yere yürüme mesafesinde. Keşke onu seçmiş olsaydım.

Otelin önünde

Ekmekleri ve kruvasanları zevkten dört köşe olarak tükettik. Peynir çeşitleri azdı, zeytin hiç yoktu, meyveler elbette tatsızdı ama tabağımızdaki her şeyden keyif aldık ve güvenerek, korkmadan tükettik. Ayrıca : Kahvaltıda füme somon yiyebilen bir millet medeniyette aşırı ilerlemesin de kuru ekmeğe şükreden orta doğulular mı ilerlesin?
Arkadaşlar, biz önceki seyahatte ”Ücretsiz şehir turu” olarak çevirisi yapılabilecek şahane bir şey keşfettik. Gönüllü bir rehberle buluşup şehri geziyorsunuz, sonunda da kendinizce uygun miktarda parayı (Elbette üç-beş kuruş değil) rehbere veriyorsunuz. Oslo’daki ücretsiz tura yanlış metroya bindiğimiz için maalesef yetişemedik ve şehri kendimiz gezdik.
19 eylül perşembe günü Oslo günlük güneşlikti. Yürüyerek Opera binasına tırmandık. Etrafa bakındık. Fotoğraf çekerken denizin ortasındaki bu ilginç yapının Monica Bonvicini tarafından yapılmış bir sanat eseri olduğunu Google’dan öğrendik lakin Monica bacım, bu yapıya koyacak başka isim bulamadın mı ? Çünkü adı: SHE LIES ! Neden ‘she’? ”He” olsa daha iyi olmaz mıydı 🙂 Seni çok kınadık, haberin olsun.

She lies benim arkamda görünen, cam ve çelikten mamul, yüzen bir heykel.

Oslo’da böyle saunalar var. Önce ısınıp sonra buz gibi sularda yüzüyorlar. Allah akıl fikir versin diyorum.
Bir hedefimiz olmadan, yürüye yürüye aşağılara indik ve fiyort turu bekleyen insanları fark edip kuyruğa biz de eklendik.

Geminin çalışanlarından biri olan 2024 model bir Viking’i gururla paylaşıyorum. Saçları upuzun, sapsarı, vücutta 1 gram fazlalık yok ve seyredildiğinin farkında 🙂
Açık denizde sakince yol alıp, karekoddan ücretsiz indirdiğimiz sesli rehberi dinleyerek 90 dakikada bir sürü şey öğrendik. Deniz fenerinden dönüştürülmüş aşırı romantik bir restoran, müzeler, kartpostallardan fırlamış rengarenk boyalı müstakil evler ve adamcağızların kayalık deniz kenarlarına ”sahil” demesi aklımda kalan detaylar.

Tur gemisinin şık kafesinde kahve keyfi

Geminin içi çok güzeldi
Tur sonrası yürüyerek Akershus kalesine giderken yol üzerinde rastladığımız şu heykel bana acayip sürpriz oldu çünkü kulübümüzün 2 ay önceki kitabının yazarı Per Petreson’un ana-babasının da öldüğü feribot kazası için bir anıt olarak inşa edilmiş. Özellikle arasaydım bulamazdım herhalde.
Nobel müzesini es geçip rotayı National Gallery’ye çevirdik. Munch’un eserlerinin de yer aldığı müzenin hemen girişinde Narsizmle ilgili bir afiş görmek ayrıca hoşumuza gitti. Birçok tablonun önünde uzun uzun durduk. Hepsi 2000 öncesi olmak kaydıyla harika resimler vardı. Modern sanat bize hiç hitap etmiyor a dostlar; çişin pantolonda yayılmasını insanlara sanat diye yutturmak nedir Allah aşkına? Bu saftirik kuzeyliler de aşırı saygı ve medeniyetten her şeye değer vermeleri, herkese saygı duymaları gerektiğini zannediyor bizce.

Munch’un tablosuymuş. Bu resmi bir karta basıp arkasına da ” Ergen olmak nasıl bir şey?” yazmışlar. Çok minnoş değil mi?

”İçimdeki öfkeli modun adını Neron koydum” isimli fotoğrafım

Müzecilik nedir? Nasıl yapılır? Çocuklar için böyle onlarca kart hazırlamışlar. Beni çok etkiledi.

Çok heves ettiğimiz narsistik çalışma. Koca odayı çelik toplarla doldurmuşlar. Kendi yansımanı görüyorsun ve uzanıp bacaklarını dinlendiriyorsun; orası iyi düşünülmüş 🙂
Evet günün sonu. Madem somonun ana vatanındayız, bir somon ziyafetimiz olmasın mı? Paraya kıydık ve The Salmon‘da oturduk. En çok kızarmış brokoliyi beğendik 🙂 Balık nefis, ortam nefis, insanlar sakin, huzurlu, yanımızdan alacaklılar tarafından kovalanıyormuş gibi hırsla koşan fıstık gibi adamlar geçiyor, ne korna basan var, ne telefonda son ses video izleyen. (Arka masadaki teyzeler alkolden çakırkeyif olmuş biraz yüksek tondan konuşuyordu; rahatsız olduk mu? Olduk)

The Salmon 🙂
Çorbamızı içtik, balığımızı yedik, içeride devamlı surette bir video gösterisi ve ufak çaplı bir müze var. Onu da izledik. Somonla ilgili test bile çözdük çünkü orta doğulunun en iyi yaptığı şey 🙂 Norveçli balıkçılara bir kez daha hayran olduk. O gazla, somon tüccarlarının çekişmesini konu alan Netflix dizisi Milyarderler Adasını da yolculuklarımız esnasında izledim . Daha çok başroldeki ablanın kırışıklarını bizim muhteşem botoksçularımızın nasıl güzelce ütüleyeceğine ve aşırı medeniyetin geldiği noktaya odaklandım, mesela; somon balıklarının da duyguları olduğu için somon ticaretinin durması gerektiğini iddia eden göstericiler veya karısı genç bir oğlandan hamile kalan adamın ”Harika bir formül buldum; genç oğlanı sperm bağışçısı olarak kabul edelim, zaten baba olmayı çok istiyorum” diyip karısıyla barışması.
Günün finalini yapmak için on üzerinden on alan Botanik Bilmem Ne Bar‘a yöneldik . Bir sürü yol yürüdük; gele gele ufacık, annemin cam güzelleriyle dolu saksıların olduğu bir yere geldik: Gürültülü, dip dibe masalı bir odacık. Kokteyl içmezsek ölürüz gibi bir durumumuz olmadığı için az daha yürüyüp kendimize göre bir mekan bulduk: No Stres Bar.
İlk gün böylece bitti, haritasını hemencecik kavradığımız metro ile otelimize döndük ve kendimizi yatağa attık.
Oslo gezimizin ilk gününü bir fotoğrafla özetliyorum:
Not: Faydalı link 1
En faydalı link ; not edin ve yurt dışı seyahatlerde mutlaka kullanın.
TÜM YORUMLAR
Ya mükemmel..iyi ki yazdın, restorandaki teste kadar anlatmışsın 😍😍😍
Allahım, nedir bu lüzumsuz detayları unutmama hastalığı 🙂
Heykeller çok ilginç geldi, She Lies’ı epey araştırdım, sanatçının diğer eserleri de ilginçmiş.
Ne güzel anlatmışsınız, ne çok şey öğrendim, aslında gezi yazıları okurken çok sıkılırım demek ki marifet anlatımda 🙂
Oslo bizi epey şaşırttı, heykellerle ilgili asıl 2. günü bekleyin . Çok acayip şeyler gördük 🙂
Bahar hanım vallahi de genclesmemis maşallah🤩
Genclesmemmis MÎ
Yazıyordu ya
Maşallah 🙂 Arkadaşımız Benjamin Button gibi 🙂
Gezi yazılarını okumayı severim,sizin yazınızı da çok sevdim. Çok keyifli anlatmışsınız. Sabiha’dan yeni havaalanına servis olması çok iyi denk gelmiş. Tam macera ile başlamış gezi 🙂 Medeniyet seviyesi elbette kıskandıracak seviyede, şahane detaylar yakalamışsınız, darısı başımıza diyelim yine de 🙂
Sevgiler
Olaysız yolculuk olmuyor galiba. En azından bizimkiler hep öyle 🙂