Bu kitabı okurken çok sıkıldım. Uzun zamandır bu kadar ”kuru” anlatıma sahip bir metne rastlamamıştım. Örnek vereyim:
”Üstelik kızın çeyrek yüzyıl önce benim doğum günümde katledilmiş olması, ölümünün mutlak surette beni ilgilendireceği, hayatıma kadar uzanacağı ya da gerçek hikayesini anlatmanın benim görevim olacağı anlamına da gelmez. En iyisi konuyu unutmak. Ondan sonra da uyuyamıyorum, şafak vaktine kadar yatakta kıvranıp duruyorum. En sonunda uyuyorum ve geç uyanıyorum. Alelacele kahvemi içiyorum, evdeki tüm haritaları alıp çıkıyorum.” s.65
İşte böyle. Yattım, kalktım, yüzümü yıkadım, yola çıktım, terledim.. Duygu, süsleme, aforizma, abartı vb hiçbir öğesi olmayan,104 sayfalık dümdüz bir anlatı. İçime fenalıklar bastı. Gazete Oksijen’deki övgüleri hatırlamasam bir köşeye atar ve unuturdum ama gayret edip bitirdim. Oh be şükür dedim son sayfada hatta…Amaaaa bilin bakalım noldu? Öykü değil ama öykünün baş kişisi olan genç kadın dün geceden beri içimde usul usul tütüyor..
1949 yılında yani İsrail devletinin kuruluşunun üzerinden bir yıl geçmişken Negev çölüne kamp kuran bir İsrail askeri birliğinin komutanını anlatıyor ilk kısım. Komutan tam bir vatansever ve çölde yaşamaya azimle direniyor. Hiç kimse ile karşılaşmadıkları keşif gezilerinin birinde -nihayet- bir grup bedeviyle karşılaşıyor ve onları öldürdükten sonra genç bir kızı esir alıyorlar.
Komutan kısa bir süre kızı korumaya çalışıyor ancak başarılı olamıyor ve kendisi de dahil olmak üzere bütün birlik kıza tecavüz ediyor. Kızı öldürüp çöle gömüyorlar.
İlk kısım böyle bitiyor. 25 yıl sonra ne iş yaptığını anlamadığımız genç bir kadın bir gazete makalesinde bu olayı okuyor ve tecavüz sonrası katledilen zavallı kızın ölüm gününün kendi doğum gününe denk geldiğini görüyor. Neredeyse istem dışı bir kararla bu cinayeti araştırmaya karar veriyor.
Komutan bölümü 50, araştırmacı kızın bölümü 50 sayfa ve kitap, üzücü bir finalle bitiveriyor . Elbette kıza dair hiç bir şey bulamıyor .
Beni bu kadar etkileyen şey işgal altındaki bir ülkede yaşamanın ne olduğunu görmek oldu. 1948’den beri Filistin topraklarında taş taş üstünde koymayan İsrail hala aynı..
Böyle bir ortamda doğup büyümüş olan kadının ruh halini anlatışına bakın:
”Buralarda hayatın pek çok sınırları var. Korkunç akibetlere uğramamak için bu sınırlara dikkat etmek ve ona göre hareket etmek gerekir. Dahası bu sınırlar her şeye rağmen insana tuhaf bir huzur verir fakat sınırları aşmamayı başaranların sayısı pek azdır ve ne yazık ki ben bunlardan biri değilim. Nerede bir sınır görsem ya ona doğru koşar üstünden atlarım ya da sinsi bir manevrayla diğer yanına geçiveririm. Aslında iki davranışım da bilinçli bir tavır ya da planlı bir arzudan değil tamamen ahmaklığımdandır. Hele bir sınırı geçmeyegöreyim endişe hissiyle dolu derin bir çukura yuvarlanıveririm.” s.54
” Direksiyona geçip de kontağı çevirdiğimde örümceğe benzer bir şey etrafımda ağlar örmeye başlıyor. Öyle sıkı örüyor ki aşırı kırılganlığından dolayı kimsenin delip geçemediği bir bariyere dönüşüyor. Bariyer korkusuyla başlayan korku bariyeridir bu. Kalendiya kontrol noktasını geçmek için cumartesinin en kötü gün olduğunu çok duymuştum. ” s.64
” O kadar yakınım ki öndekilerin evraklarını kontrol eden askeri görebiliyorum. Birden kalbime bir ağrı girdiğini ve bedenimin uyuştuğunu hissediyorum. Korku örümceği yeniden bedenimde ve emekleye emekleye giderek onu felç ediyor. ” s.68
Birazcık olsun anlatabildim mi? Bu açıdan beni sarsan bir anlatı.
Sanırım özellikle ikinci kısmı tekrar okuyacağım.
Bir grup yaşlı adamın, para /iktidar/ paranoya/ abuk subuk ideolojik halusinasyonlar için şu zavallı insanlığa yaşattıklarını asla anlamayacak ve affetmeyeceğim.